Kazıklı Prens Drakula’nın ülkesinde


Kazıklı Prens Drakula’nın ülkesinde

Yazan Nedim Gürsel
Derleyen ve edit eden Tarık Tekeş


Transilvanya, Karpatlar’ın bir yay çizdiği Romanya’nın kuzey batısında. Bölgenin merkezi Cluj kentiyse Macaristan sınırına daha yakın. Bir de “Napoca”sı var isminde, Cluj-Napoca. Kültür merkezinin davetlisi olarak gittiğim kentte Kazıklı Voyvoda’nın izini sürdüm.

Bu tarihsel, güzel kentin adı Macarca’dan geldiği için Çavuşesku Lâtincesini de ekletmiş. Ne de olsa Roma imparatoru Trajan zamanında, yani MÖ 106 yılında agorası, hamamları, tapınakları ve mermer sütunlarıyla bir Roma kentiymiş. Ama Napoca adı daha da eskilere, Yunan coğrafyacı Ptoleme zamanına dek gidiyor.

HABSBURG’DAN KALMA BİNALAR

Roma yolculuklarımdan birinde Trajan Sütunu’ndaki savaş tasvirlerine hayran kalmıştım. Sütun kabartmalarındaki Lejyon askerlerine kahramanca direnen halkın Dacia’lılar olduğunu bilmiyordum, burada öğrendim. Romalı Şair Ovidius’un Karadeniz kıyılarına sürgün edildiğini, Köstence’de ülkesinin özlemiyle kahrolup orada öldüğünü biliyordum ama. Bugünkü Romanya’nın büyük bölümünün, bir zamanlar, eski Roma İmparatorluğu’nun Dacia Eyaleti’ni oluşturduğunu da. Oysa Transilvanya’da Lâtin kültürünün olduğu kadar, hatta daha da fazla, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun izlerini görmek mümkün. Yapıların çoğu Habsburg döneminden kalma, ulusal tiyatronun yanı sıra Macar dilinde oyunların sahnelendiği bir başka tiyatro daha var. Ortodoks kiliselerle Katolik kiliselerse iç içe. Bölgede hâlâ varlığını sürdüren Macar azınlık Romanya tarihinin ayrılmaz parçasını oluşturuyor. Ne var ki ülkeyi çok uzun süre demir yumrukla yöneten Çavuşesku, tüm zorbalar gibi kendini ulusal kimlik arayışına kaptırınca, Rumen halkının, yani eski Dacia’lıların etnik kökenini öne çıkarmayı yeğlemiŞ. Romanya’yı alışılageldiği gibi “Slav okyanusunda bir Lâtin adası” olarak tanımlamak ne derece doğru olur bilmem, çünkü tüm Balkan ülkelerindeki gibi burada da bir etnik mozaik sözkonusu. Macar ve Almanların dışında Çingeneler, hatta sayıları pek kabarık olmamakla birlikte Türkler, Ukraynalılar ve Ruslar da var.



TANIDIK LEZZETLER

Tarih boyunca Lâtincenin evrimi Batı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi eski Dacia’da da ulusal bir dile, halkın övünç kaynağı Romenceye dönüşmüş. Bu nedenle Fransızcaya yakın sözcükleri anlamakta güçlük çekmiyorum. Zaten Fransız Kültür Merkezi’nin daveti üzerine geldim buraya. Gelir gelmez de gün boyu sokakları arşınlamaya, geceleri öğrencilerin kafayı bulduğu dumanlı kahveleri teftişe, oralarda Rumenceye çevrilen son romanım Allah’ın Kızları’nı okuyup tartışmaya başladım. Boğazkesen’den de bölümler okuduğum oldu, çünkü burada hâlâ ulusal kahraman sayılan Tepeş’in, nam-ı diğer Kazıklı Voyvoda’nın işlerini anlatan pasajlar da var. Kadim dostum Valentin Taşcu’nun çevirisiyle yıllar önce Cluj’da yayımlanmıştı.
Herkes Fransızca konuşmasa bile derdimi anlıyor; sokak adlarına, reklam panolarına, gazete manşetlerine aşinayım. Yemeklere de. Çünkü geleneksel Rumen mutfağı özünde Türk mutfağından, sarmalarla çorbalardan ibaret. Örneğin kentin en gözde lokantalarından Casa Ardeleana’da önden bir işkembe çorbası içtim, ardından yaprak dolmasıyla lahana dolmasını, dolgun gövdeli bir Rumen şarabı eşliğinde tadabildim. Daha sonra da sacta kızarmış kırmızı et geldi. Duvarlar köy hayatını yansıtan naif resimler, elle işlenmiş keten gömlekler, halk motifleriyle süslü devasa tahta kaşıklarla kaplıydı. Bir bakıma, at arabalarından hüzünlü gözlerle bakan köylü çocukların, çobanların, basık tavanlı ot damlı evlerin, yemyeşil tepelere sere serpe yayılan koyunlarla ineklerin ülkesi Romanya. Ama bu pastoral manzaranın kent merkezindeki uzantılarını dengeleyen barok yapılar, parklar, oteller de var. Ve heykeller.

BELEDİYE BAŞKANINA HEYKELİ SÖKTÜRMEDİLER
Mussolini döneminde İtalya, eski Roma’nın simgesi bir dişi kurt heykeli hediye etmiş Cluj’a. Kalabalık caddenin ortasında, Roma’yı kuran ikizleri (Romus ile Romulus) emziriyor hâlâ ve sevecen bakışlarını gelen geçenden esirgemiyor. Alçakgönüllü bir heykel aslında, kentin Lâtin kimliğini yeterince vurguladığı söylenemez. Buna karşılık büyük alandaki 14’üncü yüzyıldan kalma gotik kilisenin önündeki devasa heykel, gelmiş geçmiş en büyük Macar kralı Matias Korvin’e ait. At binip silâh kuşanmış mağrur krala biat eden Macar soylularının da hikâyesini anlatan bu anıtı “deli” lâkaplı Cluj Belediye Başkanı Gherge Furar yerinden sökmeye yeltenmiŞ, ama hükümetin ve Macarların karşı çıkması sonucunda hevesi kursağında kalmış. Bu olay, öyle her isteyenin heykel yıkamayacağının güzel bir kanıtı. Bilmem bizim heykelkıran başbakanımıza örnek olur mu? Olmasa da ne gam! Cluj’da, “Terziler Kulesi” denilen taş yapının önüne 1975’te dikilmiş bir başka heykel daha var. Baba Novac’ın acıklı sonunu anımsatan, yüksek kaideli bronz bir heykel bu. Novac monarşiye başkaldıran soyluları örgütlediği için burada, kentin simgelerinden biri olan bu kalenin, ortaçağdan kalma bu eski yapının önünde kazığa oturtulmak suretiyle idam edilmiş.

UYKUSUZLUK BARINDA ÜRPERTİCİ HAYALLER
Hava karardı çoktan, bu satırları yazdığım, “Kazıkkakan”ın dünyasını, kurbanlarını ve sivri kazıklarını hayal ettiğim Insomnia Kahvesi dolmaya başladı. “Insomnia” Fransızcada olduğu gibi Rumencede de “uykusuzluk” anlamına geliyor. Demek ki uykusuz bir gecenin eşiğindeyim. Kahveyi, ellerinde bira bardaklarıyla gençler dolduracak birazdan. İçmeye, bağırıp çağırmaya, o hiç sevmediğim deyimle söyleyecek olursam “gecenin ilerleyen saatlerinde” öpüşüp koklaşmaya başlayacaklar. Ben de seyreyleyip iç çekmeye, yalnızlığıma lânet okumaya başlayacağım. Dün geceki gibi. Dün gece de geldim buraya, Romanya’nın en önemli üniversite kenti Cluj’da öğrencilerle Boğazkesen’i ve Tepeş’in işlerini tartıŞtık. Bu gece yalnızım, çoktan yarılanmış bir şişe kırmızı şarabın karşısında tek başıma. Bakarsın fazla sürmez bu yalnızlık, dün konferansıma gelen yeşil gözlü, esmer Romen kızlardan biri bu gece de masama gelir. Ya da vampirler tabutlarından çıkar gece yarısından sonra. “Kazıkkakan Voyvoda” da içlerinde ölüm dansına başlarlar, kurbanlarının boynuna saldırıp kanlarını içmeden önce. Şu önümde duran şarap da, bakarsın, bir genç kızın kanına dönüşür. Derken aynadaki suretime takılıyor gözlerim. Orada, kalabalığın içinde tek başına oturan saçı sakalı ağarmış bir adam görüyorum. Ön dişleri uzamaya başlıyor birden, elindeki sivri kalemi yan masada oturan genç kızın kalbine saplayıp onun kanıyla yazıyor bu satırları.

KAZIĞA OTURTMAYI FATİH’TEN ÖĞRENMİŞTİ
Daha önceden de biliyordum elbet, hatta bir kaç kez, kâbusa dönüşen düşlerime de girmişti. Boğazkesen’de de yazmıştım. Neyi mi? Bizim tarih kitaplarında “Kazıklı Voyvoda” diye geçen Eflâk Prensi Dracula Tepeş’in işlerini. Gaddarlığıyla ünlü bu hükümdarın (1431-1476) bugüne dek gelmiş geçmiş en korkunç işkence olan “kazığa oturtmayı”, Fatih’in sarayında rehinken Osmanlılardan öğrendiğini anımsatmak isterim. Erkeğin makatından, kadınınsa cinsel organından sokulan yağlı ve sivri kazık, eğer hayati organları zedelemeden sırttan çıkarsa, kurban iki gün yaşayabiliyor. Kazıkta can çekişirken kimbilir neler geçiyor aklından, ne acılar çekiyor. Boğazkesen’de Fatih’in kazığa oturttuğu Venedikli Kaptan Antonio Rizzo sevgilisini, geride kalan mutlu günlerle enginde pupa yelken yol alan gemisini düşünüyordu. Sonradan Dracula efsanesine yol açacak “Kazıkkakan Tepeş”in kurbanlarıysa, (aralarında suçlular da vardı elbet) bildiğim kadarıyla henüz roman kahramanlarına dönüşmedi. Ama eski kaynaklar Osmanlı’ya başkaldıran Vlad Tepeş’in binlerce insanı kazığa oturtmak suretiyle öldürdüğünü, hatta karşılarına geçip şarap kadehlerini peş peşe yuvarladığını yazıyor.

VOYVODA TÜRKLERDEN NEDEN NEFRET EDİYORDU
Kimdi bu acımasız prens, neden sadizmi en uç noktasına dek vardırmıştı? Bunu hiçbir zaman kesinlikle bilemeyeceğiz. Ama ”küçük ejderha” anlamına gelen Dracula adını “ejderha” arması taşıyan babası İkinci Vlad Dracul’dan aldığını, çocukluğunda itilip kakıldığını, hatta tarihçi Babinger’e bakılırsa kardeşi “Güzel Radu”nun genç Fatih Sultan Mehmet’in tecavüzüne uğradığını, kuşkusuz bu ve daha başka nedenlerle Türklerden nefret ettiğini, giderek bu nefretin sistematik öcalma dürtüsüne dönüştüğünü biliyoruz. Ama yalnızca savaş tutsağı Türkleri değil Erden Bölgesi’nde yaşayan Sakson tüccarlarla Bosna’daki Müslümanları, tabi bu arada kendi halkını da kazığa oturttuğu bir gerçek.

ŞATOSU MÜZEYE DÖNÜŞTÜ

Buna karşılık ailesinin düşmanı olan Daneşti’leri kazığa oturtmayıp kendi elleriyle öldürdüğünü belirtmeden geçmeyeyim. Onun, belki de hiç ayak basmadığı Sighişoara’daki Bran Şato’su bir müze bugün. Ve Romanya’nın en fazla ziyaret edilen yerlerinden biri. Diyeceğim Transilvanya eski Roma’nın bir eyaleti değil yalnızca, uzun süre Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun yönetiminde kalmış bir bölge de değil, “Kazıklı Voyvoda”nın ülkesi. Kan içen vampir efsanelerinin doğduğu yer.

RUMENLER VAMPİR HİKAYELERİNDEN HOŞNUTSUZ
Bu hikâyeleri de paylaşmak isterdim sizinle, örneğin İrlandalı yazar Bram Stoker’in (1847-1912) burayı teşrif bile etmeden yazdığı Dracula romanıyla Hollywood’da çekilen korku filmlerine de konu olacak bir vampir tipi yarattığını, Vlad’ın gaddarlığını anlatan efsanelerin nasıl vampir hikâyelerine dönüştüğünü, ne var ki Rumenlerin bu durumdan hiç de hoşnut olmadığını, çünkü ortak belleklerinde Tepeş’i hâlâ ulusal kahraman gibi yaşattıklarını anlatmak isterdim. Ya da bu ulusal kahramanın, Osmanlı elçisi Hamza Paşa’nın sarığını, huzurunda çıkarmadı diye başına nasıl çivilettiğini bir romanımda ayrıntılarıyla betimlemek hiç de fena olmazdı. Yalnızca satış açısından değil, bilinçaltımdaki şiddet dürtülerini dengelemek bakımından da...


Yorumlar